Dünyada ilk kez bir nehir ‘yaşayan varlık’ olarak tanındı. Yerli halk Maoriler tarafından kutsal sayılan ve Yeni Zelanda’nın en uzun üçüncü ırmağı olan Whanganui Nehri’nin hakları, yasal olarak iki kişi tarafından temsil edilecek…
Sevgili insan, dünya öyle bir çığlık attı ki, sanki yıllardır içinde biriktirdiklerini dışarı salmak için. Biz buna “büyük felaket” dedik ve öyleydi de. Yaşanan ‘büyük felaket’ pek çok canı yaktı. Yaşayanların da tanık olanların da canı yandı. Ümitle ümitsizlik, çareyle çaresizlik, acı ile (her kurtulan insan haberleriyle) sevinç, isyan etmekle kabullenmek yan yana durdu hayatlarımızda. Elimizden, gönlümüzden gelen ne varsa yaraları sarmak, acıları hafifletmek için çabaladık. Duygudaşlığımız, yediğimiz yemeğin boğazımızdan geçmesini, sıcak yataklarımızda yatmanın vicdani rahatsızlığını hissettirdi. Acıyı yaşayanları ailemiz, çaresizliği yaşayanları kendimiz saydık. Gözlerimizden sadece yaşlar değil ruhumuz taştı.
Yaşamımızda önemli bir dönüşüm yaratmak ve yeni bir bilinç seviyesini inşa etmeye başlayabilmek için öncelikle yapılması uygun olan, eski bilincin farkına varmak ve onun üzerimizdeki tesirlerinden, bir anlamda bağımlılıklarından özgürleşmektir. Eckhart Tolle, “uyanış, ne olmadığını bilmekle başlar” der. ‘Uyanmamış beni tanımak’ onun doğasını, yapısını bilmek, bizi onun kontrolünden özgürleştirir. Bu farkındalık aslında uyanış sürecinin önemli bir eylemidir. Fark ediş ile düşünce zihinden ayrılır ve bilincin ışığı yanmaya başlar (1).
Yaşam sürekli bir şaşkınlıktır. Şaşırma yeteneğini kaybetmiş bir zihin donuk, kendi içinde dolanıp duran, koşulların uyarısına göre mekanik tepkiler veren bir anlayış halidir: tepkisellikle tapınma-tutunma arasında salınıp durur. Her insan düşünme ve sorgulama potansiyeline (bil kuvve) sahip olarak doğar; bu potansiyelin yaratıma (bil fiile) geçmesi ancak onun farkındalıklı gayretleriyle olabilir.
Bukle Ünaldı adlı genç kızın, daha 17 yaşını doldurmadan yazdığı “Türkiye’de Genç Olmak” (2) kitabını hayranlıkla okudum. “Kalbim olan anneme, aklım olan babama ve yaratıcılığım olan ağabeyime” ithafıyla başlayan kitabının önsözünde Bukle şöyle demiş; Peki bu bir avuç yaşamımda ne gördüm de bu kitabı yazmaya karar verdim? … Biz gençler, saf hayalleri olan, mükemmel dünyalarında mutlu mesut yaşayan, kendileri için harikalar diyarını nasıl yaratacaklarını en iyi bilen çocukların, kendilerini daha iyi ifade edebilen cinsiyiz. … Eğer dünyayı bir çocuğun saf düşünceleriyle, yetişkinlerin mantığı arasında döndürebiliyor olsaydık, bence bu muhteşem olurdu.
Her birimiz içimizdeki değer’le, insan olmanın, var olmanın değer’iyle dünyaya geliriz. İnsan ‘değer’in bizatihi kendisidir. Değer öz’günlüğümüzdür; bütünün her birimizin içinde keşfedilmeyi ve ortaya çıkartılarak gerçekleşmeyi bekleyen parçasıdır. Kendi özgünlüğünü kavrayabilen, bütünün farkındalığına erişmeye başlar. Bu aslında hem kendindeki gerçeğe değ’ebilmek hem de bütünün içindeki özgün yerini ve sorumluluğunu bulabilmektir. Kendi gerçeğine değ’ebilen her bir parça gün gelir bütünü, kendi nispetince daha bütün kılar.
İnsana ve yaşama dair düşüncelerimiz, algımız hatta inançlarımız kendimizi tanıma yolculuğunda “ben kimim” ya da “yaşamın anlamı nedir” gibi sorularımızın cevaplarını ararken duyduğumuz ya da gözlemlediğimiz hikayelerle şekillenir. Bu hikayeleri zamanla o kadar içselleştiririz ki, sonrasında inananı ve anlatanı oluruz.
Sevgili insan, dünya öyle bir çığlık attı ki, sanki yıllardır içinde biriktirdiklerini dışarı salmak için. Biz buna “büyük felaket” dedik ve öyleydi de. Yaşanan ‘büyük felaket’ pek çok canı yaktı. Yaşayanların da tanık olanların da canı yandı. Ümitle ümitsizlik, çareyle çaresizlik, acı ile (her kurtulan insan haberleriyle) sevinç, isyan etmekle kabullenmek yan yana durdu hayatlarımızda. Elimizden, gönlümüzden gelen ne varsa yaraları sarmak, acıları hafifletmek için çabaladık. Duygudaşlığımız, yediğimiz yemeğin boğazımızdan geçmesini, sıcak yataklarımızda yatmanın vicdani rahatsızlığını hissettirdi. Acıyı yaşayanları ailemiz, çaresizliği yaşayanları kendimiz saydık. Gözlerimizden sadece yaşlar değil ruhumuz taştı.
Dünya ve insanlık olağanüstü bir dönüşüme hazırlanıyor. Asırlardır egemen olan inanış ve düşünüş tarzlarının, zihniyetin, anlayışın dönüşümü. Yeni bir düşünceye, yepyeni bir zihniyete doğru bir yöneliş bu.